MÜSAİT BİR YERDE ÖLECEK VAR!

 “Rahatça uyuduğum zamanlardı. Uyandığım zaman kahvaltı yapmak bu kadar zor gelmezdi; zeytine, peynire, haşlanmış yumurtalara, çaya, domatese, hıyara, tereyağına, bala, pekmeze düşmanca bakmazdım uykulu gözlerle -bunu yapmak beceri ister bilemezsiniz-. Herkesin aynı güne aynı anda uyandığı pazartesilerden biriydi. Hava içlik giymeyecek kadar sıcak ama hırka giyecek kadar soğuktu. Gece boyu yağan yağmur artık son damlalarını bırakıyordu. Yavaştan yükselen güneşin nezaretinde, toprak kokusu üç-dört saatlik uykumu açacak kadar güzeldi. Tüm bunlara rağmen bugünün diğerlerinden farkı iki manzara arasındaki yedi fark kadar belirsizdi. Hava her gün farklı olsa da ortamın atmosferi aynı kalıyordu. Yiyemeyeceğim boktan bir kahvaltı –bunu bulamayanların olduğunu ben de biliyorum ama bu kahvaltının boktan olduğunu değiştirmiyor- için 26’sı merdivenlerden çıkmak üzere 1756 adımlık yolu yürümem (uykuma birkaç dakika daha fazla zaman ayırmışsam koşmam) gerekiyordu. Yolun yarısına geldiğimde uzaklardan kesik kesik sesler gelmeye başladı.  Birisi 10’dan geriye doğru sayıyordu. Bu geri sayım yürüyen ölüler topluluğuna gözle görülemeyecek kadar hız kazandırmıştı. “3!.. 2!..” sesleri kulağıma gelirken ortalama hız gözle görülür şekilde artmıştı, sanki geri sayım bittiğinde tüm dünya yok olacak ve sadece hedefimizdeki yer ayakta kalacaktı. Ve herkes alışık oldukları bu Amerikan senaryosuna senaryo gereği son anlarda tepki göstermişti. Ben dünyanın yok oluşunu izlemekle yetinmeyip her saniyesini yaşamak isteyenlerdendim, ölüm kararı yürüyüş tempomdan taviz vermedim. Geri sayım cihazı “1!” diye bağırdığında büyük bir ölüm sessizliği oluşmuştu. Bunun fırtına öncesi sessizlik olduğunu düşünmüştüm. Amacıma ulaşmak için çok az kalmıştı ama hiçbir şey olmuyordu. Bu sessizlik gereğinden uzun sürmüştü. Sonra kimsenin beklemediği bir şey oldu. Sessizliği tam ortasından bölen tanıdık ses “5!” diye bağırdı. Geri sayım cihazı dünyanın sonunu 5 saniye daha ertelemişti. Kim veriyordu ona bu yetkiyi, hangi cüretle beni bu zevkten mahrum bırakabilirdi? Beş saniye beş saniyeden daha çabuk bitti, buna rağmen birçok kişi daha güvenli bölgeye giriş yapabilmişti. Bense ölümümü güzel bir sonla taçlandırmakta kararlıydım. Geri sayım cihazı son kararını vermişti, hiçbir şeyi ertelemeyecekti anlaşılan. Bu benim için iyiydi ama dünya bile ölüme hazır değildi. Yağmur durmuş, güneş açmıştı. İsmim bir kâğıda not edildi. Bunun, “dünyanın sonunu izlemek isteyenler”in listesi olduğunu düşünüp rahatladım ve artık gözümde hiçbir değeri olmayan bilgeye ben de girdim.”
         “Şimdi bir dolmuştayım; sıkışık ve pis kokan, nereye gittiğini bilmediğim bir dolmuş. “dünyanın sonunu izlemek isteyenler” listesine ismimi yazan Azrail görünümlü bir şoförümüz ve hemen yanındaki koltukta cehennem zebanisi kılığındaki geri sayım cihazı vardı. Şoförün arkasındaki koltukta zeytin ve peynir vardı; çok uzun zamandır yolculuk yaptıklarını düşündüğüm bu ikili, nöbetleşe uyuyorlardı. Zeytin uyuduğunda peynir kalkıyor, peynirin uykusu geldiğinde zeytini uyandırıyor kendisi uyuyordu. Onların arkasındaki birkaç koltukta haşlanmış yumurtalar vardı. Çeşit çeşit olan bu yumurtaların kimi büyük, kimi küçüktü. Bazısı bu yolculuktan memnun görünüyor, bazılarıysa sıkılmış, bir an önce inmeyi bekliyorlardı. Onların arkasında ise iki koltuğa birden yayılmış yatan hıyar, ona ısrarla bakan domatese ve tuza hiç aldırmıyordu. Bir arka koltukta kimseye aldırmadan birbirlerine sarılan, öpüşüp koklaşan tereyağ ile bal, yolculuğun tüm olumsuz şartlarına rağmen çok mutlu görünüyorlardı.  Ve arka koltuklara yayılan reçeller, bu renksiz ekran tadındaki yolculuğa renk katıyor ve dolmuştaki kötü havayı biraz olsun bastırıyordu. Yolculuk böyle devam ederken şoför birkaç durakta durup, yumurtaların bazılarını indirdi arkasından hüzünle bakan sevdiklerine aldırmadan. Bunu yaparken de dolmuşu biraz olsun yavaşlatmadı. Tanışma fırsatı bulamadığım bu yumurtalara üzülsem mi sevinsem mi bilemedim. Kimse, dışarıdan masmavi gözüken ama içerisinde gri ve tonlarında başka renk bulundurmayan bu dolmuşta yolculuk etmek istemezdi.  Ama gideceğimiz yere ulaşmak için bundan başka araç yoktu. Güzel yanları da yok değildi; kimse bu yolculuk için para ödememişti ve kimse ineceği yerde sesini şoföre duyurmak zorunda değildi. Şoför zaten herkesi ineceği yerde indiriyor ve bunu gözünü kırpmadan yapıyordu.”
“Yolculuk uzadıkça bazı şeyleri anlamaya başlıyordum. Zeytin ve peynirin ineceği yoktu ve bu dolmuş da büyük bir kaza geçirip yok olana kadar duracağa benzemiyordu. Uzun düşünceler sonunda kararımı verdim. Büyük bir gürültüyle boğazımı temizledim, bunu yaparken bütün sesleri bastırmak istiyordum. Sessizliği sağladığımda büyük bir kararlılıkla şoföre seslendim: “Müsait bir yerde ölecek var‼””
“Bir an dolmuştaki herkes bana baktı. Şoförümüz de ters bakışını attıktan sonra kapıyı açmakla yetindi. Buna sevindim ve hızla giden dolmuştan balıklama atladım herkesin ürkek bakışları altında. Altımdan hızla kayan yola kafamı çarpacağım sırada büyük bir gürültüyle sıçradım. Yemek masasında kafamı masaya çarpmıştım adrenalin patlamasıyla. Bakışlar yine üzerimdeydi. Kahvaltı tabağımdaki zeytin, peynir, birbirine girmiş şekildeki tereyağı-bal ve reçeller öylece duruyordu. Kalktım ve bir su içtim. Tüm kaşık, çatal ve tabak sesleri arasından sesimin tüm duvarlarda yankılanacağı şekilde bağırdım:
         “MÜSAİT BİR YERDE ÖLECEK VAR‼””


                 - SON -

Yorumlar

Popüler Yayınlar