Samed'in Hiç Yaşanmamış Hikayesi




Ve ile başlayan bütün hikayelerdeki gibi, avucunda çorak toprakların çatlaklarını taşıyarak geldiği bu şehirde yüzünü bulutlandıran akşamlardan, tüm ürkek bakışlardan sakınırak kaçtığı anlara saplamıştı düşüncesini. Son zamanlarda saatlerini bu vakitlere kuruyordu. Rüzgarı içine taşıyan incelikte kahverengi bir t-shirt, dikişleri ucundan atmış bir ayakkabı, avcunda buruşturduğu parayla, boynunu girmeye yeltendiği bakkalın, hemen bitişiğindeki parmüferiye çevirerek, olabildiğince ağır adımlarla yürüyordu. Bitmek bilmeyen yollarda geçirdiği tüm ter ve sidik kokan yolculuklarının aksine bir çırpıda harcıyordu, içiçe geçmiş döşemeli bu kaldırımı. İçeri girdiğinde üzeri toz kaplamış cips paketlerine elini uzattı. Tüm dikkatini kaybetti bir anlığına. Tekrar tezgaha doğru yürüdü.
“Selamün Aleyküm”
“Ve Aleyküm Selam”

Önce vücudunu, en son kafasını 37 ekran bir televizyondan çevirip gözlerini gözlerine dikti adam, konuşmadan. Gözlerindeki bütün soru kalıpları bıkkınlığa döndü, karşısında yeni yeni alıştığı ve sık sık karşılaştığı birini görmenin rahatlığıyla çocuğa baktı. Çocuk, parayı masaya koyup, içinde devrilmiş duran ekmekleri saklayan iki raflı ekmek dolabını göstererek sadece;
“İki ekmek diye fısıldadı.”
Duymamasına rağmen, alışkanlığın verdiği güvenle poşeti çıkardı tezgahın altından bakkal, tek eliyle savurdu. Dolabı açıp, fırından geldiği haline en uzak iki ekmeği seçti. Gözü tezgahtayken ilk seferinde tutturamadığı poşete ekmekleri yerleştirip
“Yetmez bu para, yine eksik getirmişsin.”
Gözlerindeki tüm anlamamışlıkla sadece durdu. Poşeti bekliyordu. Durdu.
“Para diyorum, eksik.”
Durmaktan başka hiçbirşeyi olmadığını göstermek istiyordu. Güneşin sararttığı kol kıllarına kadar hareketsizdi. Kendisine istemsizce uzanan poşete yeltendi. Hala uzaktı.
“Bir daha olmaz böyle, bu kaç oldu.”
Poşeti sıkıca kavradı.
“Selamün Aleyküm”
“Bir daha olmaz.”
Diye seslendi artık arkasını döndüğü ses. Kapıya gelmeden diğer elinin iki parmağına taktı poşeti.  Ezberlediği bir açıyla parmüferinin içine bakmaya hazır bir şekilde çıktı bakkaldan. Biraz gözlerini kıstı, boşta kalan elini ne yapacağını düşündü bir an, aceleyle pantolon cebinin içine sıkıştırmaya çalıştı. Yumruk haline getirdiği elini açmayı akıl edemediği için zorlandı, vazgeçti. Ve bitti. Sadece bitti.
Düşünmeyi aklına getiremediği o anlardan sıyrılıp, eve ulaşmak için aşması gereken yolda olduğu gibi önce neden yaptığını sorduğu hareketlerine kızdı, yumruğuna, sağ adımını daha kısa tutuşuna diğerine göre. Sonra, ne yapması gerektiğini düşündü, bir dahaki sefere. Apartmanın önündeki iki basamağı tek hamlede çıktı. Omzuyla itekledi demir, dış kapıyı. Sağ taraftaki düğmeye dokunduğu elini geri çekerken, elini yumruk yapıp, kendine sövdü.  Merdivenlerden aşağı indi. Kapıyı gelip, hala sıktığı eliyle iki kere vurdu, ışıklar gitti.
“Kim o?”
“Benim anne.”
Poşeti uzatıp, evi ortadan bölen koridora sıkıştırılmış kanepeye uzandı. Tavandaki sarı benekleri saydı. Çoğalmışlardı. Gözünü kapatıp, parfümeriyi getirmeye çalıştı gözünün önüne. Yakalı buz mavisi bir t-shirt vardı üstünde bu sefer, iki düğmesinden birini iliklemişti, kapısının önünde dikiliyordu dükkanın. Dükkan ise bomboş, kapı ağzında tam karşısında duran kızdan başka hiçbir şey yoktu bu sefer.  Dirseklerinden avuçlarına doğru süzülen bir soğukluk hissetti. Avuçlarını kaldırdı. Koyulaşarak akmaya başladı, üstündeki t-shirt. Artık avuçlarından taşmış, yere dökülüyordu, ayakkabısıdan su giriyordu, sağa sola sallanıyordu artık. Deniz ile gökyüzünü ayıran çizgiyi seçemiyordu. Ayağının altı gıcırdıyordu.
“Samed!” Diye bağırdı. Telaşla etrafına bakıyordu. O anda kızın hala tam karşısında dimdik durduğunu farketti. Ve büyük bir dalga geldi.
Gözlerini açmadan doğruldu. Ellerini kanepeyi saran, çiçek desenli örtüde gezdirdi. Ayaklarını halıya bastı ürkerek. Zemini hissetmenin verdiği güçle doğruldu, kapıya gitti. Sağ eliyle kapı kolunu kavrayıp aşağıya doğru indirdi, kapıyı biraz ileri itip hızlıca kendine çekti, apartamanın karanlığına güneş ışığı çarptı. Hızlıca ayaklarını ayakkabısana sokuşturup kapıyı çekti. Merdivenleri tek nefeste çıktı. Parmağını topuklarıyla ayakkabısının arasına sokup iyice yerleşti. Dış kapının önündeki merdivenlerde dört tane çocuk oturuyordu.
“2017 model ford lan, 8 vites, 7 ileri 1 geri daha ne olsun amınakoyum, 3 tane airbag var lan!”
“Ahmetgilde 4 tane varmış, öyle diyor.”
“Yalan söylüyorsan, kardeşin bu sigara gibi yansın mı?”
“Yansın amınakoyum.”
Çocukları ikiye yarıp, aralarından zıpladı. Bütün yolu içinde konuşarak geçirdi, beğendiği yerleri seçip her seferinde yeni konuşmalar kurguladı. Son haline getiremeden yolu bitirmişti. Kapının önünde duraksadı. Rüzgar, parfüme ihtiyacı olduğunu hissettiren kokusunu kendinden önce içeri iteklemişti, kokusunu takip etti.
“Hoşgeldin, ne istemiştin?”
Diye sordu kız, komisyon ümidini hızlıca kaybettiğini gözlerinde göstererek.
“Bir kuşum vardı benim, yeşil, ensesinde siyah beyaz çizgiler böyle sarının üstüne, ona anlatırdım ben herşeyi, ama fısıldayarak, kimse duymasın diye. Annem birgün onu serbest bıraktım kafeste çok canı sıkılıyordu dedi, öldüğünü seneler sonra anladım. O günden beri içimde büyütürüm ne varsa anlatamadığım. Ama içimde biriktirdiğim hiçbir şey göğüs kafesimi bu kadar zorlamamıştı, ne babamın tokatı ne imrendiğim bir uçurtma. Beş kardeşiz biz. Gerçi altıydık. Neyse, ben ortancayım. Ekmekleri hep ben alırım. Neyse, hani ne düşündüm ne bekledim bilmiyorum. Tenimde sakladım ben bütün dertlerimi, ne varsa üzerimde kararttım. Şimdi sen, güneşin bile değmeye korkutuğu sen, bütün kahverengilikleri yeşile çevirecek, bütün dertlerimi unutturacak cevaplar vermeyeceksin belki, bütün hayellerimi peşkeş çekiyorum şu an bir ihtimale, farkındayım. Ama, ama dilimin ucunda bir kürdan gibi çeviriyorum, göğsüme batanları. Çok yoruldum, inan. Lüfen anla ne demek istediğimi. ”
“Anlamadım.” der gibi bakıp, biraz duraksadıktan sonra
“Kasadan para veremem, bende de yok.”
Diye ekledi.
Çocuk bütün söylediklerini içine çekmek ister gibi derin bir nefes doldurdu ciğerlerine, gülümsedi, döndü, çıktı, gitti.
Gözünün önüne inen siyahlık kalktığında, annesi soran gözlerle ona bakıyordu, babası bağdaş kurmuş, bütün sıkıntısını önüne konan tabağı döverek çıkartıyordu. Annesine, iyiyim der gibi bir hareket yaptı, evin kapısı açılarak girilen tek odasına girdi, kapının üstüne tutunarak aldığı kuvvetle yüklerini taşıyan askıdaki pantolonların cebini yokladı. Metal seslerini duyduğu pantolonun cebine elini daldırdı, içinde ne varsa sağ eliyle hepisini kavradı, elini iyice sıkıp yumruk yaptı.
Daha yeni nasıl geldiğini bilmediği, nasıl geldiği üzerinde hiç düşünmediği o yolu yine bir çırpıda harcadı. Bakkala yöneldi, bu sefer başını eğerek girdi içeri. Yumruğunu tezgaha bıraktı, içinde ne varsa bıraktı, döndü, çıktı, gitti ve ekmekleri hep bir alt sokaktaki bakkaldan aldı.




Yorumlar

Popüler Yayınlar